11 Ocak 2017 Çarşamba

Onat Kutlar'ın Anısına Hülya Uçansu ile Röportajım



Onat Kutlar'a Mektup Var

Ülkemizin önde gelen edebiyat eleştirmenlerinden Fethi Naci onun için “Onat Kutlar, 
meali anlayan neslin belki de son temsilcisidir” demişti. Kitaplarından tanıdığım bu büyük kültür adamını daha iyi tarif edecek bir söz olmadığını düşünüyorum.
Bugün 11 Ocak 2017. Tam yirmi iki yıl önce bugün Onat Kutlar’ı, Taksim Meydanı’ndaki 
The Marmara Oteli’nin -o zamanki ismiyle- Opera Pastanesi’ne atılan bombalı saldırı sonucu Yasemin Cebenoyan ile birlikte kaybettik. Yirmi iki yıl sonra değişen bir şey olmadığı gibi, daha sık patlayan bombalarla ülkemizde tesadüfen yaşamaya devam ediyoruz.
Sinema alanında profesyonel olarak ilk kez Türk Sinematek Derneği’nde Onat Kutlar’ın asistanı olarak çalışmaya başlayan, İstanbul Film Festivali’nin temellerinin atıldığı Sinema Günleri’nin kuruluşu itibariyle yöneticilik görevini üstlenen, İstanbul Film Festivali’nin kurucularından olup, festivalin yirmibeşinci yılının kutlandığı 2006'ya kadar direktörlüğünü yapan Hülya Uçansu, dostlarıyla birlikte Onat Kutlar’a, 80. yaşında “Onat Kutlar’a Mektup Var” isimli son kitabını armağan etti.
Onat Kutlar’ı anmak, son kitabını ve sinemayı konuşmak için Hülya Uçansu ile bir araya geldik.
Öncelikle röportaj teklifimi kabul ettiğiniz, değerli vaktinizi ayırdığınız için teşekkür ediyorum. “Bir Uzun Mesafe Festivalcisinin Anıları” ile başlayan, “Nisan, Ayların En Güzeli” kitabıyla devam eden ve son olarak Onat Kutlar’ın 80. yaşına ithaf ettiğiniz “Onat Kutlar’a Mektup Var” isimli yeni kitabınızla, o yılları tüm duygusuyla bizlere aktardığınız için sinemaseverler adına ayrıca teşekkür ediyorum.
Sinemayla yolunuzun buluşması, Onat Kutlar’ın “hayat her zaman sanattan bir adım önde” sözünü hatırlatıyor. İlk kitabınızda, adeta film gibi olan bu karşılaşmayı “Rastlantılar yaşamın gümüş anahtarlarıdır,” başlığı altında anlatıyorsunuz. Bu yolculuğun nasıl başladığını bir kez de bu röportajda bizimle paylaşır mısınız?
Sinematek’e eşim Ali’yle birlikte bir yıl önce üye olmuştuk. 1975 yılının 17 Eylül günü öğleden sonra yeni sezonun programını almak için Sıraselviler Caddesi’ndeki Sinematek Derneği’ne gitmiştim. Dernek kapalıydı, kapısında “50 m. ileride Yeni Hayat Apartmanı No. 49’a taşındık” diye bir not asılıydı. Aynı kaldırımda pek fazla yürümeden notta adı yazılı binayı buldum. Ağır demir kapıyı itip içeri girdim. İlk bakışta taşınmanın getirdiği bir dağınıklık göze çarpıyordu. Yeni sezonun hazırlıklarının neden olduğu bir telaş hali vardı. Masanın yanında ayakta duran kişinin Onat Kutlar olduğunu ve derneğin yöneticisi olduğunu biliyordum ama önceden bir tanışıklığımız yoktu. Onat Kutlar sanki eskiden beri tanışıyormuşuz gibi bana aniden “Merhaba hoş geldin” dedi ve benim bir yanıt vermeme fırsat bırakmadan “Bu yıl Sinematek’in kuruluşunun onuncu yılını kutluyoruz. Benim yarı zamanlı bir yardımcıya ihtiyacım var. Bizimle çalışmayı düşünür müsün?” diye sordu. “Bilmem ki” diye kekeleyerek cevap verdiğimi hatırlıyorum. Hemen arkasından “Yeni evlendim ve henüz öğrenciyim. Her gün Beyazıt’a okula gidiyorum. Vakit ayırabilir miyim bilmiyorum” diye toparladım. “Sen düşün, bana kararını bildirirsin” dedi. Akşam eve dönünce aldığım bu ani iş teklifini eşimle paylaştım. Ali, “Denemekte sakınca yok, yapamadığını hissettiğin an bırakırsın” diyerek destek verdi. Ertesi gün fakülte çıkışı Sinematek’e gittim ve Onat Kutlar’a önerisini kabul ettiğimi söyledim. İşte bu büyülü yolculuk böyle başladı…"
Devamı için tıklayınız:
http://sanatonline.net/kitap/onat-kutlar-hulya-ucansu-onar-kutlara-mektup-var

5 Haziran 2016 Pazar

69. Cannes Film Festivali



Festival seyahatlerime geri dönüşüm hakikaten muhteşem oldu. Evet, sinemanın taçlandırıldığı Cannes Film Festivali’ne bu yıl ben de katıldım. 16-22 Mayıs tarihlerinde tam bir hafta süreyle festivali takip ettim. 6’sı yarışma filmi olmak üzere toplamda 12 film izledim. Filmden arta kalan zamanlarda da şehri gezdim, keşifler yaptım, hayaller kurdum ve her yolculukta olduğu gibi kendimi, diğer insanları, hayatı biraz daha tanıdım. Filmlere geçmeden önce festivale katılım süreciyle ilgili biraz bilgi vereceğim. 

Öncelikle Cannes Film Festivali’nin sinema endüstrisinin global ölçekte bir araya geldiği en büyük festival olduğunu hatırlayalım. Bundan önce Venedik ve Berlin Film Festivali’ne katılmış biri olarak, Cannes'ın çok farklı bir kimyası ve ambiyansı olduğunu söylemeliyim. “Hımm festival buymuş demek ki” cümlesini kuruyorsunuz. Diğer uluslararası festivallerden Cannes Film Festivali’ni ayıran bir diğer şey, akreditasyonunuz veya davetiyeniz olmadan film izleyemiyor oluşunuz. Yani bu festivalin bilet gişesi yok. Mutlaka ya akredite olmanız gerekiyor ya da akredite olmuş birinin size davetiye vermesi gerekiyor. O yüzden festival süresince gösterim salonlarının olduğu Palais des Festival çevresinde, elinde “lütfen bir davetiye” yazılı pankartlar taşıyan gencinden yaşlısına her milletten insan görüyorsunuz ve mutlu oluyorsunuz, sinemayı sizin kadar seven bu insanlarla bir araya geldiğiniz için. 

Festivalin üç tip akreditasyonu bulunuyor.
  1. Basın 
  2. Film profesyonelleri
  3. Cannes Cinéphiles 
Tahmin edeceğiniz üzere bendeniz Cannes Cinéphiles akreditasyonu ile katıldım festivale, henüz birinci veya ikinci kategoride kendime yer bulamadığım için:) Akreditasyonların kapsamı tipine göre değişiyor. Yani, kendi içinde de kategorileri olan Basın akreditasyonu daha az kısıtlamaya tabi iken, Cannes Cinéphiles akreditasyonu olan kişiler yarışma filmlerini ancak davetiye ile izleyebiliyor. Bu konuda şanslıydım çünkü kiraladığım stüdyonun sahibi arkadaşım Daisy de bir sinema tutkunu çıktı ve film sektöründe çalışan arkadaşından aldığı davetiyelerden bazılarını bana verdi ve bu sayede açılış ve kapanış törenlerinin yapıldığı tarihi Grand Lumiere Theatre’da kırmızı halı heyecanını yaşayarak 5 film izleme şansına eriştim.

Evet teknik süreçleri fazlasıyla açıkladıktan sonra şimdi izlediğim filmlere geçelim.

1) Julieata de Pedro Almodovar (yarışma filmi) 
Almodovar seviyoruz seni ama filmografin çok lineer bir çizgide ilerlemiyor mu sence de?

2) The Neon Demon de Nicolas Winding Refn (yarışma filmi)
Güzelliğin iktidarına, sarsıcı ölçüde eleştirel bir bakış sunan filmin çıkış noktasını sevdim ama iyi film yapmak biraz da meseleyi, gücünü sadeliğinden alan bir uslupla anlatmak değil mi? Bu noktada biraz abartmışsın Nicolas!

3) The Last Face de Sean Penn (yarışma filmi)
Evet Sean Penn de olsan Cannes insanı yerin dibine sokuyormuş. Film, festivalin belki de en acımasızca eleştirilen ve en düşük not verilen filmiydi. İnsan haklarının ihlal edildiği Güney Sudan Libya savaşını, bölgeye giden doktorları canlandıran Charlize Theron ve Javier Bardem’in aşkına fon yapan film epey tepki topladı. Aslına bakarsanız sinematografik açıdan çok güzel sahneler ve dialoglar vardı ama filmin Hollywood dozu hayli fazlaydı. 

4) Elle de Paul Verhoeven (yarışma filmi)
Isabelle Huppert’ın başrolünü oynadığı bu absürt gerilim, başından sonuna izleyiciyi ekrana kilitlemesine kilitledi ama 2 saat 10 dakika süresince filmin durduğu yer ne çok değişti. Yani, bu bir gişe filmi mi, bir komedi mi, gerilim mi yoksa Cannes Film Festivali’nde yarışma filmleri arasına girecek kadar derin çözümlemeler yapan felsefi bir film mi? Onu bilemedik ama Isabel Huppert’ın şık stili her filmde olduğu gibi yine bakiydi:) 

5) The Salesman by Asghar Farhadi (yarışma filmi)
Farhadi, Satıcı ile bu yıl festival jürisi tarafından En İyi Senaryo ödülüne layık görüldü. Ayrıca filmin başrol oyuncusu Shahab Hosseini En İyi Aktör ödülünün sahibi oldu. Arthur Miller’ın aynı adlı oyunundan yola çıkılarak yazılan filmde, doğallık, gerçeklik ve kurgu yine çok güçlüydü  ama “Bir Ayrılık” ve “Geçmiş” kadar etkileyici değildi benim için. 

6) Sieranevada by Cristi Puiu (yarışma filmi)
Romanya sineması giderek yükseliyor. Sieranevada, aslına bakarsanız birçok eleştirmenin Altın Palmiye adayıydı ama film Cannes’dan eli boş döndü. Üç saatlik filmin neredeyse tamamında bir cenaze evinde odadan odaya geçen insanları izledik. Sıradan bir izleyici için katlanması zor olabilir ancak filmin başarılı bir yönetmenlik örneği olduğunu, hayata ve insanlık hallerine dair çok gerçek ve saf bir dil yakaladığını söyleyelim. 

İzlediğim diğer filmler:
  • Hissein Habre, Une Tragedie Tchadienne 
  • La Foret De Quinconces
  • Risk
  • La Tortue Rouge
  • The Happiest Day In The Life of Olli Maki 
  • Varoonegi
Bu filmler arasında Belirli Bir Bakış Ödülü'ne layık görülen The Happiest Day In The Life of Olli Maki’yi ben de çok beğendim ve Belirli Bir Bakış kategorisinde yine Jüri Özel Ödülü'nü alan La Tortue Rouge (Kırmızı Kaplumbağa) festivalin en çok içime işleyen filmiydi. Filmden çıkınca Croisette'in büyülü akşamüstü ambiyansında kendimi teskin ettim.

Bir sonraki yıl festivalin iki haftasında da Cannes’ı yaşamak dileğiyle,






4 Ekim 2015 Pazar

Filmekimi 14.kez bizlerle!




Filmekimi, 3-11 Ekim tarihleri arasında dört farklı salonda İstanbullu sinemaseverlerle buluşuyor. Program bu yıl gerçekten heyecan verici. Normalde Filmekimi’nde her yıl 10-12 film izlerim,15’i bulmaz. Bu yıl aldığım bilet sayısı 2 katını geçti. Bunda İstanbul Film Festivali’nden yani Nisan’dan bu yana bünyelerde oluşan bir festival susuzluğunun etkisi var ama özenle hazırlanmış programın hakkını da teslim etmemiz gerekiyor. 

Öncelikle Avrupa yakasında 3 salonumuz bulunuyor. Beyoğlu’nda Atlas ve Beyoğlu, Ortaköy’de ise Feriye Sineması. Anadolu Yakası’nda geçen yıl olduğu gibi Rexx siz, pardon biz sinefilleri kucaklıyor. Sözü daha fazla uzatmadan programa göz atalım. 

2015 Cannes Altın Palmiye ödüllü Dheepan listenin en başına yazılsın. Yeraltı Peygamberi filminin yönetmeni Jacques Audiard bu son filminde, Paris’te Sri Lankalı üç mültecinin hayata tutunma çabalarını konu alıyor. Listenin ikinci sırasını Hollandalı yönetmen Anton Corbijn’in James Dean ile Magnum fotoğrafçısı Dennis Stock’un yakın arkadaşlığını konu olan Life’a veriyorum. Woody Allen’ın son filmi Irrational Man zaten listenin olmazsa olmazlarından. Kahramınımız bu kez bir felsefe profesörü. Yine müthiş dialoglar bizi bekliyor demek ki, yaşasın! Bildiğiniz gibi sinefiller hayatta ikiye ayrılıyor. Baumbach sevenler ve çok sevenler olarak:) Frances Ha’nın başrol oyuncusu Greta Gerwig bu sefer oyunculukla yetinmemiş, senaryoya da bir el atayım demiş. Bayan Amerika’nın Baumbach’ın şu ana kadar yaptığı en eğlenceli film olduğu söyleniyor. 
Vincent Lindon hayranı sinefillerden biri olarak İnsanın Değeri beklediğim filmlerden bir diğeri. Avrupa’nın kanayan yarası işsizlik sorununun işlendiği filmleri ne çok görür olduk di mi?  Lindon’un İnsanın Değeri ile bu yıl Cannes’da en iyi erkek oyuncu ödülünü aldığını hatırlatalım. Cannes’da Cate Blanchett’ın en iyi kadın oyuncu ödülünü aldığı Carol ise çoktan listedeki yerini aldı. Yönetmen Todd Haynes Patricia Highsmith’in kendi deneyimlerinden yola çıkarak yazdığı 1952 tarihli romanını beyazperdeye aktarmış. Merakla bekliyoruz.
Lucia’dan Sonra ile hatırladığımız Michel Franco’nun son filmi Kronik, bu yıl Cannes’dan en iyi senaryo ödülüyle döndü. Film, bir bakım evinde ölüm döşeğindeki hastalarla ilgilenen erkek bir hemşirenin hayatını konu alıyor.  The Queen ile Akademi’ye aday gösterilen yönetmen Stephen Frears’ın Son Efsane’si ise, Tour de France’ı tam yedi kez kazanan Lance Armstrong’un yükselişi ve düşüşünü beyazperdeye taşıyor. 
Eternal Sunshine of the Spotless Mind ile biz sinefillerin kalbinde taht kuran yönetmen Michel Gondry’nin son filmi Microbe & Gasoline ise iki ergenin büyüme hikayesi. Listedeki yerini aldı.  Önünde saygıyla eğildiğim Terence Malick, Knight of Cups ile bu yıl ilk gösterimini Berlin’de yapmıştı. Holloywood sisteminin kölesi bir senaristi konu alan filmin programda olması müthiş. İtalyan sinemasından ise iki önemli yönetmenin son filmleri bizi bekliyor. Nanni Moretti’nin Annem’i ve Oscar’lı Muhteşem Güzellik’in yönetmeni Paolo Sorrentino’nun Gençlik’i.  Hırvatistan’ın Oscar adayı Güneş Tepedeyken, Cannes’dan Fipresci Ödülü ile dönen Macaristan filmi Saul’un Oğlu, Joachim Trier’in yine Cannes’da Altın Palmiye için yarışan son filmi Sessiz Çığlık ve son olarak Sundance’in Jüri Büyük Ödülü’ne layık görülen Ben, Earl ve Ölen Kız’ı da görmenizi tavsiye ediyorum. 
Filmekimi’ne bu yıl mutlaka bir uğrayın derim. Bu satırları yazarken çok sevdiğim İran sinemasına Nahid ile güçlü bir giriş yapan Ida Panahandeh’de aklım. Evet, sinefiller Nahid’i de mutlaka görmeli.. 



Hepimize iyi festivaller!

2 Ocak 2015 Cuma

I believe in traveling light..


How to let a person have a lovely time doing nothing?

Holidays can be social affairs of course and they usually are, but a break in your own city is often more about getting away from other people, hiding from them indeed.

Just occasionally what could be nicer than to find yourself in a silent zone of discretion?
I believe in traveling light..

By Andrew O'Hagan



18 Kasım 2014 Salı

Hakkari'de Bir Mevsim


Ey okuyucu,
eğer yaşantın boyu bir gün olsun
bir teknenin kaptanı olmadınsa
ya da böylesi bir duyguya kapılmadın, böyle bir düş görmedinse
teknen, bir gün ya da bir gece yolunu şaşırmış, bilmediğin sularda yol alırken
haritalarda görülmeyen kayalara çarpıp batmadıysa
ve kendini tek başına
-tayfalar nerde? dümencim ne oldu?-
bir kumsalda da değil, denizden kilometrelerce uzakta, üstelik bir dağ başında bulmadınsa
ya da benzeri bir korkulu düşü,
gözün açık ya da kapalı görmedinse
bu kitapta yazılı olanları anlamakta güçlük çekebilirsin.
çünkü anlamak bir ortak dil gerektirir.
ortak dil ise, ortak yaşam / ortak bilgi / ortak birikim / ortak düş
kimi yerde ortak düşüş demektir.
ortak değilse bile, yakın / benzer / gibi.
ama diyebilirsin ki, bana yabancı olanı arıyorum ben.
öyleyse yolun açık olsun.
ama gene de,
bu kitabı okurken elinin altında büyük gezginlerin sözlükleri, andaçları bulunsun derim.

Hakkari'de Bir Mevsim
Ferid Edgü

*Erden Kıral tarafından filmi çekilen Hakkari'de Bir Mevsim, 1984 yılında Berlin Film Festivali'nde dört ödül almıştır. Eser, Çince ve Japonca dahil, çeşitli dünya dillerine çevrilmiştir.



11 Ekim 2014 Cumartesi

Filmekimi başladı!



11-17 Ekim tarihleri arasında başlayacak Filmekimi için 5 tavsiye:
Boyhood (Çocukluk)
Sinefiller hatırlayacaktır, Boyhood bu yıl If İstanbul’un kapanış filmiydi. Üç saate yakın olmasına rağmen “güzel kapanış oldu” cümlesini bize kurdurtmuştu. Before Sunset serisinin yönetmeni Richard Linklater, bu filmle sinema tarihindeki yerini çoktan aldı. Neden mi, çünkü filmin çekimleri tam 12 yıl sürdü. Yanlış duymadınız, tam 12 yıl. Sinema filminden çok deneysel bir çalışmayı andıran film, Mason’ın birinci sınıftan üniversiteye başlayana kadar olan hayatını kaydediyor. Mason, bayağı filmin içinde büyüyor veya Ethan Hawke gözümüzün önünde yaşlanıyor diyelim. Boyhood kesinlikle izlemeye değer bir film, kaçırmayın derim.
I love you Rio (Seni Seviyorum Rio)
Paris ve New York’tan sonra, 10 farklı yönetmenin kadrajından bu sefer aşkın şehri Rio’yu izleyeceğiz. Sizi bilmem ama şehirlerin konu olduğu filmleri izledikten sonra tatil planı yapmayı pek bir seviyorum. Bakalım “I love you Rio” bu süreci hızlandıracak mı? Filmin oyuncu kadrosu dikkat çekiyor. Kimler mi var, kimler yok ki. Harvey Keitel, John Turturro, Nadine Labaki, Rodrigo Santoro, Ryan Kwanten, Vanessa Paradis ve Vincent Cassel. Bu film, sonbaharın içimizi ürperten serinliğini üzerimizden alacak gibi.
Two Days, One Night (İki Gün Bir Gece)
Hafızalarımıza kazınan daha doğrusu yüreğimize dokunan filmlerin yönetmenleridir Dardenne Kardeşler. Kırmızı Bisikletli Çocuk, Oğul, Rosetta ilk aklıma gelenlerden. Son filmleri İki Gün, Bir Gece bu yıl Altın Palmiye için yarışan filmler arasındaydı. Marion Cotillard filmdeki başarılı performansıyla çok konuşuldu. Gerçi ben Marion’un başarısız bir performansını hatırlamıyorum. Adeta sinema için yaratılmış bir yüz. Cotillard filmde iş arkadaşlarına prim teklif ederek kendisini işten çıkarmaya çalışan patronuna karşı mücadele eden Sandra’yı canlandırıyor. Toplumsal bir dramın anlatıldığı filmi merakla bekliyoruz.
Goodbye to Language (Dile Veda)
Sinemanın duayenlerinden, Fransız yeni dalga sinemasının öncülerinden, favori filmlerimden Serseri Aşıklar’ın yönetmeni Jean-Luc-Godard’ın son filmi Dile Veda, bu yıl Cannes’da Jüri Özel Ödülü’ne layık görüldü. Yönetmenin 83 yaşında hala tutkuyla film yapıyor olması heyecanlanmak için tek başına yeterli aslında. Farklı video formatları, 3D denemeleri ve tabiki edebi alıntıların olduğu bu filmi görmek için sabırsızlanıyoruz.
Bay Turner (Mr. Turner)
Filmdeki performansıyla Timothy Spall’a bu yıl Cannes’da en iyi erkek oyuncu ödülünü kazandıran film, Oscar ödüllü yönetmen Mike Leigh’in son filmi. Filmde, empresyonizm akımının öncülerinden, 19. yüzyılın önemli ressamlarından J.M.W. Turner’ın hayatının son 25 yılı beyazperdeye taşınıyor. Turner’ın sanatçı ruhuyla gündelik hayatla, insan ilişkileriyle ve zaaflarıyla nasıl başettiğine tanıklık ediyoruz. 
Sinema, bizi aradığımız gerçekliğe ulaştırsın..
Yaşasın festivaller ve iyi seyirler!


6 Ekim 2014 Pazartesi

Herşey sayılarla tanımlanabilir mi?


Max Cohen, uyuşturucu bağımlısı bir matematik dehası. Herşeyin sayılarla tanımlanabileceğine ve dolayısıyla anlaşılabileceğine inanıyor. “Doğada her yerde şekiller vardır. Herhangi bir sistemde sayıları grafikle gösterirseniz şekiller ortaya çıkar. Borsa’da da aynı böyle şekiller vardır.“ diyor ve piyasanın şifresini çözmeye çalışıyor, büyük tahminlerde bulunuyor. Doğal olarak yatırımcıların markajında ama onun asıl amacı dünyamızı anlamak, o yüzden materyalistlerle ilgilenmiyor. Diğer yanda, ibranicenin de sayılar üzerine kurulu olduğunu söyleyen, aynı dine mensup olduğu yahudi bir cemaat peşinde. Bu adamların isteği de, Max’ın kendilerine cennetin kapısını aralaması, Altın Çağ’ı başlatması!
Bir de sık sık ziyaretine gittiği, birlikte “Go” oynadığı bilge bir hocası var. “Go” bildiğiniz gibi, satrançtan bile daha fazla olasılık içeren bir uzakdoğu strateji oyunu. Anneannemin tabiriyle aklını götüremeyen bu insanların bezik oynamalarını beklemiyorduk zaten, di mi. Neyse, Max’ın hocası, hayatını belli matrix’leri çözmeye adamış. “Acaba “Pi” rakamı gerçekten sonsuzluğa mı gidiyor” derken bir tarafına felç inmiş. Ondan sonra yanıbaşına içinde japon balıkları olan bir fanus koymuş, “çok da zorlamamak lazım demekkisi” noktasına gelmiş gelmesine ama ne fayda.  Filmi izlerken, Max’ın hocasını ziyaret ettiği sahnelerden birinde anneannemi hayal ettim. “Herşey kararında, fazlası zarar kızım” derdi anneannem. Şu arkadaşlara keşke bir yol gösterseydi diye içimden geçirdim, acaba anneannemin içli köftesini yeselerdi yine de böylesine mutsuz olurlar mıydı diye düşünmeden edemedim:)
Devamı blank'te