23 Nisan 2013 Salı

Nuri Bilge Ceylan-Söyleşiler

Nuri Bilge Ceylan Sineması'yla “Uzak” filmiyle tanıştım. O zamandan bugüne beni en çok etkileyen sinemaların belki de en başında geliyor. Melankolik yapısından mı, sessizliğin gücünü en incelikli şekilde vermeyi başardığı için mi, içtenliğinden mi, kendimdeki bu gerçeklik takıntısıyla bu denli özdeşleştirdiğimden mi, bir yanıyla hayattaki herşeyin serinkanlı ve doğal karşılanması gerektiğine olan inancımı pekiştirdiğinden mi, takıntılı yapısından, duygunun bu kadar güçlü nüfuz ettiği bir başka sinema bulamadığımdan mı, bazen filmi unutup, güzel bir fotoğraf veya resme bakmanın verdiği duygusal coşkuyu yakalama fırsatı verdiği için mi, hep söylediğim “insanlık hallerine” olan tutkumu kendisinde de görüp mutlu olduğum için mi, daha az garip ve yalnız hissettirdiği için mi, minimalist tarzından, az şeye ihtiyaç duyan ruhundan, sadeliğe olan yakınlığından mı, kendi deyimiyle dikişleri gözükmeyen bir sinema yapmayı başardığı için mi, hiçbir şeyden emin olamayan, olmak da istemeyen nihilist tavrından mı? Hepsi. Mehmet Eryılmaz’ın Nuri Bilge Ceylan için derlediği “Söyleşiler” kitabından etkilendiğim alıntıları paylaşmak istedim..
Nuri Bilge Ceylan’ın ağzından..

İç dünyanın derinliği ile ağızdan çıkan söz arasındaki uçurum her zaman acı vermiştir bana.

Sinema yapmak amacın ne? Vicdanları uyandırmak..

Yalnızlığı bir kader gibi kabullenmiş durumdayım.

İnsan denen muammayı anlamaya çalışmak..

Hayatın aklın diş geçiremeyeceği bir boyutu olduğuna her zaman inandım.

Sinemadan çıktığımızda iliklerimize kadar değişme arzusuyla dolu bir insan olurduk.
İnsanoğlunun zamana bağlı olmayan, her çağda, her devirde, hatta her ülkede başına bela olabilecek meseleler, hayatın, insanın özüne dair sorunlar daha çok ilgimi çekiyor.

Tarkovski’nin deyişiyle, sanatçı, ya yeteneğini son damlasına kadar ve bütünüyle ortaya koymak ya da ruhunu üç kuruşa satmak arasında bir tercih yapmak durumundadır.

Renklerin en güzel olduğu aydır Ekim..

İletişimsizliği, kültürün ya da zamanımızın, modern dünyanın bir sorunu olarak göstermek istemedim. Bunu insanın kaderi olarak göstermek istedim.

Tutkusuz, renksiz ve tekdüze görünen hayatın sinemaya uyarlanması düşüncesi beni her zaman daha fazla heyecanlandırmıştır. Birbirine benzeyen günlerin belirli hiçbir iz bırakmadan geçip gittiği, insanda bazen yoğun bir anlamsızlık duygusu yaratan ve sanki belli bir yaştan sonra varlığını daha da hissettiren bir ruh halinin bir filmime konu olabilmesi fikrini belli belirsiz bir şekilde uzun süredir içimde taşıyorum.

Popüler sinema hepimizin bildiği yalanları anlatıyor belki de. Ama hiç değilse iki saat sıkılmadan geçirmeyi başardık diyoruz hayat yolunda. İnsanı kendi gerçeğinden uzaklaştıran ya da gerçeği güvenli bir mesafeden hissettiren, kolay, yorucu olmayan ticari filmlerin daha çok izleyici çekmesi normal.

İnsanın dağınık düşüncelerine yön verecek bir otoriteye her zaman ihtiyacı var. Özgürlük ağır bir yük.

Hiçbirşeyden emin olamayan bir insan olduğum için sanat ve dolayısıyla da sinema, hiç emin olmadığımız görüşleri ifade etme olanağı sağlıyor yine de.

Özellikle fotoğrafçıyken resim daha çok ilgimi çekiyordu. Ama beni sinemadan daha çok etkileyen tek sanat edebiyat olmuştur.

Bergman’a göre rüyalar gerçeğin kendisinden daha da gerçek.

Sinemaya beni yönelten şey, benim için önemli olduğunu hissettiğim, ama sinema dünyasının konvansiyonelliği içinde çok da rastlamadığını ve önemsenmediğini zannettiğim belli bir gerçekliği ifade etme arzusundan kaynaklandı.

İnsan ilişkisini kendisinde duygu yükü bırakmayacak bir hafiflikte yaşayabilen bir insan değil.

Etrafımda tavırlarını, hareketlerini anlamlı bulduğum insanlara karşı duyarlıyımdır. Bütün yönetmenler gibi herhalde.

Bakmayı bilirsek insan manzarası çok renklidir, insan manzarası dünyanın en zengin manzarasıdır.

İnsanların arkadan görünüşleri daha etkileyici, dokunaklıdır. Geçenlerde sevmediğim ve hiçbir zaman sevmeyeceğimi düşündüğüm bir insanı gördüm, tesadüfen önümde yürüyordu bir akşamüzeri. O omuzlarının düşüklüğü, o kafasının hafif yamuk duruşu öyle içime dokundu ki, onu herşeyiyle bağışladım.

Sinema sanatı samimiyetsizklilerini, hatalarını çok kolay ele veren bir sanat.

Çok konuşuyoruz ama söylediklerimizin çoğu yalan, ama ifadeler o kadar yalan söylemez.

Bence erkek zayıf bir yaratık, özellikle de eğitimliyse. Neden korktuğunu tam olarak bilmese de, daima birşeylerden korkuyor.

Birşeylerle meşgul olmak yine de melankoliye iyi geliyor. Belki de dünyanın en melankolik insanı benimdir. (Beni henüz tanımıyor tabi:) )

Gerçeğe yaklaştığınızda mizah kendiğilinden ortaya çıkıyor. Gerçek hayat trajik ve melankolik olduğu kadar komiktir de.

O da benim gibi takıntılı biri!

İnsanlar kendilerini güçsüz hissettiğinde daha çok sigara içer.

Sineğin vızıldayışı hoşuma giden bir bıkkınlık havası yaratıyor.

İnsanlar yalnız hayatlar yaşıyorlar ve kadın erkek ilişkilerinde bunu daha da güçlü hissediyorsunuz. Bu melankoli, yaşamın en hüzünlü taraflarından biri; bazen başka hiçbirşey hakkında film yapmaya değmez gibi bile geliyor. Belki bu şekilde kendimi iyileştirip hayata tutunabiliyorum, yoksa sanki herşey birden tepetaklak gidebilir.

Nedenini tam anlayamadığım bir korku, kaygı ya da eksiklik duygusu yakamı bir türlü bırakmıyordu.

Tanıdığım insanları ve kendimi tanımak, yeni insanlar tanımaktan daha önemli görünmeye başladı.

İnsanoğlunun mutsuzluk üreten bir doğası var..

İnsan doğasını anlamaya çalışıyorum. İçimizdeki kötüye karşı merakım var. Hayatı katlanılır kılmak için belki. Ya da kendi içimdeki karanlık beni de korkuttuğu için. Kötüyü tanımayan bir insan gerçekten iyi olamaz.

Gerçek bir iletişim, zayıflıklarımız üzerinden kurulabilir ancak. Oysa genelde toplum içindeki edimlerimiz zaaflarımızı gizlemeye çalışma stratejisine dayanıyor.
Olacaksa sahici bir ilişki olsun istiyorum.

“Günümüzde auteur sineması sanatçısının desteği olmadan nasıl yaşayabilir Nuri?” diyerek vicdan uyandırıyorlar. (Bu cümle beni gülümsetti)

Anlaşılmak isterim. Ama onaylanma arzusu tehlikelidir. Bir kenara bırakılmasında fayda vardır.

Yalnızlık en dönüştürü şeylerden biri. Biliyor musunuz, sıkıntı insana büyük kararlar aldırıyor.

Sanatın belirli bir muğlaklık içermesi gerektiğine inanıyorum.

Esasen benim hayatta en nefret ettiğim şey karar vermek zorunda kalmaktır. Bir şeyi netleştirmeden bırakma, flu olanı flu bırakma eğilimim vardır hayatta.

Ben “verili” gerçekler ya da “kabullenilmiş” doğrular üzerinden film yapabilecek biri değilim.

Biraz hayattaki gibi, yaşananlar daha önce yaşananlara bir mana kazandırıyor.

Gerçeklik duygusu diyebileceğim bir havaya tutku derecesinde bağlıyım.

Ben insanın biricikliğine, kendi öznel niteliklerine inanıyorum.

Ölüm karşısında gösterilen reaksiyonlar hem insan hem de kültür hakkında çok bilgi taşır ve sonsuz bir çeşitlilik içerir.

Aslında epey uzun süredir hissettiğim bir şey bu. Bir tür sanatsal yorgunluk, bir amaçsızlık, manasızlık. Bir tür yeni gelişen tekniklere, eğilimlere, modalara ayak uydurma telaşı. Bir çeşit oyunun dışında kalmamaya çalışma gayreti. Bir çırpınış.
İnsan etrafta biraz samimi, tribünlere göz kırpmayan, sahici işler görmek istiyor. Bazen de iyi birşey görüyorsun, yeniden umutlanıyorsun. Karışık duygular bunlar..

İnsanoğlu genelde kolay ve kendisini kandırmaya yardımcı olanı hemen bağrına basıp onaylamaya hazır bir yaratık. Kendisinden çok fazlasını da beklememek lazım. Bir tür “eşyanın tabiatı”. Su her zaman kolay bulduğu yerden akacaktır. Niye akmıyor diye suçlayacak da değiliz. Yeni çağın değerleri giderek daha fazla insanı kendine bağlıyor ve içsel olandan uzaklaştırıyor.